1789 yılında ilan edilen Fransız İhtilali, Avrupa’da siyasi coğrafyanın değişmesinin yanında kültürel coğrafyanın da etkilenmesine zemin hazırlamıştır. Asırlardır süre gelen klasik eserlerin yanında roman, hikâye gibi yeni türler ve yeni konular edebiyatta yer almaya başlamıştır. Şekil ve içerik bakımından zenginleşen edebî türler, ele aldıkları konular açısından toplumların tarihi ve bireyin kendi iç dünyasını yansıtmasıyla yazın hayatında önemli değişikliklerin ortaya çıkması için uygun bir ortam oluşturmuştur. Orta Çağ’da kilise etkisinde kalan sınırlı sayıda basılı kitap, 15. yüzyıl Avrupa’sında Martin Luther’in kiliseyi eleştirisi ve İncil’i ilk kez Almancaya çevirmesiyle halkta da ciddi bir karşılık bulmuştur. İlerleyen süreçte yeni fikir akımları ve özgürlükçü düşünce, Reform ve Rönesans (yeniden uyanış) hareketlerine alan açmıştır. İdeolojik ve estetik alandaki bu hareketlilik siyasi olarak Fransız İhtilali’ni doğurmuş, demokratik anlayış, her milletin kendi yöneticilerini seçme düşüncesi, toplumların uluslaşma sürecinin hızla yaygınlaşması gibi gelişmeler sadece kıta Avrupa’sında değil, dünyanın diğer coğrafyalarında da önemli bir etki yaratmıştır.
Avrupa’nın kuzey sınırlarını oluşturan İdil Ural toprakları da bu gelişmelerden ciddi oranda etkilenmiştir. 1552 yılında Ruslar tarafından işgal edilerek yıkılan Kazan Hanlığı’nın temsilcileri olan Tatarlar, millî kimlik ve dinlerinden hızla soyutlanmış, uzun ve yorucu bir asimilasyon ve sindirme politikasına en ağır şekilde maruz bırakılmıştır. Bu nedenle Ruslaştırma politikasından korunmak için Müslüman kimliklerine sıkı sıkıya sarılan Tatarlar bir yandan da ulus kimlik bilincinin sağlamlaşması için çeşitli arayışlara girmişlerdir. Tarihî İdil Bulgar ve Altın Ordu devletlerinin temsilcileri olan Tatarlar, millî kimlik arayışına ilk olarak Şehabeddin Mercani’nin 1889 yılında yazdığı Müstefâdü’l Ahbâr fi-ahvâli Kazan ve Bulgar adlı eseriyle başladı. Kendi atalarının ve millî benliklerinin izlerini arayan bu eseri, dil alanında Kayyum Nasıri’nin yazdığı Lehçe-i Tatari adlı sözlük izledi. Bu sayede bir yandan tarih diğer yandan dil alanındaki ilk çalışmalar başlamış, yayımlanan bu eserler Tatar millî kimliğinin temellendirilmesi ve millî tarih anlayışının canlandırılmasına zemin hazırlamıştır. İdil Ural Türklerinin ulus kimliğine, edebiyatına ve tarihine ilişkin bu yoğun ilgi, hayatın her alanında yenileşme ihtiyacına kapı aralayan fikrî hareketlere öncülük etmiştir.
İlk olarak eğitim faaliyetleri merkezinde şekillenen yenilikçi akım (cedit hareketi)[1] , toplumun modernleşmesi yolunda halkın en önemli motivasyon kaynağı olmuştur. Karma eğitimin yasak olduğu, kız ve erkek öğrencilerin bir arada okumasının düşünülmesinin bile sakıncalı görüldüğü bir atmosferde ortaya çıkan usulicedit okullar ve ceditçilik faaliyetleri toplumun tam da beklediği değişim ihtiyacına karşılık vermiştir. Bu yenilik ihtiyacı Tatar toplumu arasında hızlı bir karşılık bulacak, tarih ve dil sahasının yanında edebiyat alanında da Batıdaki bu yeni türler hızla Tatar diline tercüme edilecektir. İlk örneklerini Musa Carullah Bigi, Ayaz İshaki, Fatih Emirhan gibi önemli Tatar yazarlarının verdiği edebî türler hızla artacak, çeviri ve adaptasyon şeklinde gördüğümüz ilk hikâye ve romanlar ilerleyen yıllarda profesyonelleşerek estetik açıdan mükemmel hâlini alacaktır.
Tatar toplumu içinde edebî türlerin artışında matbuat faaliyetlerinin etkisini unutmamak gerekir. İlk gazete ve dergilerin yanı sıra Gılman Kerimî ve Remiyev kardeşlerin kurdukları millî Tatar matbuatı bir taraftan Vakit ve Şûra gibi süreli yayınların çıkarılmasını sağlarken diğer taraftan da edebî türlerin neşredilmesine imkân tanıyacaktır. 19. yüzyılın son çeyreğinde ciddi oranda artış gösteren matbaa faaliyetleri, Tatar aydınlarının fikirlerini özgürce dile getirdikleri birer edebî ve kültürel merkez hâlini alacaktır. Bilhassa 1905 Ekim Devrimi’nin sağladığı fikrî özgürlük ortamını çok iyi değerlendiren Tatar aydınları, matbaa çalışmalarını destekleyerek basılı kitap, dergi ve gazete oranının artışında sorumluluk almaktan geri durmayacaktır. Bu faaliyetler Rus hükûmetlerinde büyük rahatsızlık uyandıracak, 1917 Bolşevik Devrimi’nin ardından açılan millî Tatar matbaalarına kilit vurulacaktır.
19. yüzyılın son çeyreğinde hikâyeleri, ders kitapları, tercümeleri, gazetelerdeki bilimsel makale ve köşe yazılarıyla Tatar nesrinin, edebiyatının, basın hayatının gelişip güçlenmesinde en büyük çabayı gösteren isimlerden biri, hiç şüphesiz Fatih Kerimî’dir. 1899 yılında ailesiyle Orenburg’a göç ettiklerinde babasının satın aldığı eski matbaada ilk yayın faaliyetlerine başlayan Fatih Kerimî, bu alanda uzmanlaşmak için Rusya’da matbaacılık kurslarına da katılmıştır. Daha sonra memleketine dönünce babasının açtığı matbaanın başına geçmiştir. Bu matbaa daha sonra Remiyev kardeşler tarafından modern teknik cihazlarla donatılıp geliştirilerek faaliyetlerine daha güçlü bir şekilde devam etmiştir. Sonraları “Vakıt tipografiyesi” adını alan matbaanın yöneticiliğine Remiyev kardeşler tarafından bu alandaki tecrübesiyle bilinen Fatih Kerimî getirilir (Çakmak, 2020, s. 878).
Eserlerini ağırlıklı olarak 1900-1906 yılları arasında yazan Kerimî’nin kaleminde her zaman toplumun ihtiyaçlarını dile getiren tema ve konuların ağırlığı hissedilmiştir.[2] Doğduğu, büyüdüğü topraklardaki problemler o derece içinden çıkılmaz hâle gelmiştir ki bu durum Kerimî gibi kendi devrinin pek çok yazarını toplumsal sorunlara eğilmeye mecbur etmiştir. Kadınların eğitimi ve kadın hakları başta olmak üzere eğitim merkezinde toplumun modernleşmesi için yoğun çaba sarfetmiştir (Özkan, 2006, s. 102).
Kerimî’nin yazılarında bilinçli olarak sosyal konuları tercih etmesinde 1891’de Türkiye’de eğitim almasının önünü açan ve kendisini maddi ve manevi yönden destekleyen, Türk edebiyatında “yazı makinesi” olarak da adlandırılan Ahmet Mithat Efendi’nin tesiri yadsınamaz. Kerimî, Ahmet Mithat Efendi gibi ağırlıklı olarak “toplum için sanat” anlayışını benimser. Ancak edebiyat hayatının olgunlaştığı yıllarda kaleme aldığı “Sultan Aşkı” adlı kısa hikâyesinde, toplumsal sorunlardan ziyade gerçek bir tarihî olaydan yola çıkarak Sultan Mehmet’in ve Türklerin eline esir düşen bir Rum kızı olan Ayra’nın trajik bir sonla biten büyük aşkını ustalıkla anlatmıştır.
İlk hikâyelerinde daha çok sokaktaki sıradan insan tahlillerine yer veren Kerimî, sonraki yıllarda kaleme aldığı eserlerinde (“Tilsiz Hatun” vb.) daha bireysel konulara eğilmiştir. Çalışmaya konu olan bu eserde, dönemin Bizans İmparatoru Konstantin Palaiologos dönemi, Sultan II. Mehmet’in tahta çıkışı ile İstanbul’un fethi gibi tarihî olaylar romantik bir aşk hikâyesi içinde kurgulanmıştır. Bu itibarla Kerimî’nin “Sultan Aşkı” adlı eseri diğer edebî yazılarından farklı bir görünüm sergileyen tarihî bir aşk hikâyesidir. Kerimî’nin eserlerinde ağırlıklı olarak gördüğümüz, toplumun sorunlarının ele alındığı, halkın ilerlemesinin önündeki problemli alanlar, cahil din adamları, her türlü yeniliğe ve kız çocuklarının okumasına karşı çıkışın bayraktarlığını yapan eski taraftarları (usulikadimciler), giyim kuşam meselesi gibi genel konulardan ziyade İstanbul’un fethi gibi tüm dünyayı ve Türk dünyasını yakından ilgilendiren bir konuyu bireysel bir aşk hikâyesi içinde ustalıkla kurguladığını görüyoruz.
Fatih Kerimî’nin söz konusu kısa hikâyesi Türkiye’de daha önce ele alınmamıştır. Yazarın sanat hayatının ikinci evresinde kaleme aldığı “Sultan Aşkı” adlı eseri, lirik ögelerin öne çıkarılmasıyla onun üslup özelliği açısından bir ilktir. Eserde incelenen kelimelerin geçtiği sayfa numaraları 1908 tarihli orijinal metinden hareketle parantez içerisinde gösterilmiştir. Çalışmanın sonunda söz konusu hikâyenin tamamının Türkiye Türkçesi aktarımına ve Orenburg’da neşredilen 1908 tarihli Arap harfli orijinal metne ait resimlere yer verilmiştir.
Fatih Kerimî’nin Eğitim Hayatı ve İstanbul Tesiri
Bir imam ve ahunt olan baba Gılman Kerimî, oğlu Fatih’in eğitim hayatına büyük önem vermiştir. Altı çocuğundan en büyüğü olan Fatih, diğer kardeşlerinden zekâsıyla ön plana çıkarak babasının dikkatini henüz küçük yaştayken çekmiştir. Eğitim hayatına ilk olarak babasının yanında başlamış, ardından yedi yıl süreyle mahallesindeki Çistay Medresesinde öğrenim görmüştür. Kerimî’nin eğitim hayatı talihsizliklerle doludur. Fatih, çocukluğundan itibaren içinde bulunduğu muhitin eğitim anlayışına uymayan aykırı bir mizaç sergilemekteydi. Küçük yaşlarda gittiği eski usul eğitim verilen medresede asla mutlu değildi. Çünkü burada yoğun bir şekilde Arapça ve Farsça öğretiliyor, dinî eğitimin dışına çıkılmıyordu. Oysa baba Gılman Kerimî, oğlunun iyi yetişmesi için eve Rusça öğretmeni getirterek Fatih’e özel Rusça dersleri aldırıyordu. Bu nedenle Rusçayı henüz erken yaşlarda öğrenmiş ve kendini geliştirmiştir. Medresedeki derslerden sıkılan Fatih, eğitim aldığı yıllarda yayımlanan Tercüman gazetesini ve Rusça kitapları getirterek gizli gizli arkadaşlarına okuyordu. Hatta bu durum medrese yönetimi tarafından fark edilince baba Gılman Kerimî okula çağrılmış ve bu durumdan duyulan rahatsızlık medrese hocası tarafından babasına iletilmiştir. “Bir an evvel medreseye gelmesini, aksi takdirde oğlunu okuldan kovacağını” içeren bir mektup eline geçen baba Gılman Kerimî apar topar medreseye gitmiş ve oğlunu okuldan almak zorunda kalmıştır. Bu durum Kerimî ailesini derinden üzmüştür. Ancak baba Gılman Kerimî oğluna ağır bir tepki göstermemiştir. Onun en temel amacı oğlunun çok iyi bir tahsil alarak Tatar halkına hizmet etmesinin önünü açmaktı. Bu itibarla Kerimî ailesinin önünde iki seçenek vardı. Bu noktada din adamı kimliğinden ötürü baba Gılman Kerimî oğlunu Suudi Arabistan’a göndermek istiyordu. Ancak diğer önemli bir seçenek de halifeliğin ve Türk dünyasının en önemli merkezi olan Osmanlı İmparatorluğu idi. Baba Gılman Kerimî tercihini Osmanlı Devleti’nin merkezi İstanbul’dan yana kullanır ve Kerimî dönemin en prestijli okulu olan Mekteb-i Mülkiye’de eğitim almaya başlar. Kerimî’nin eğitimi ile ilgili İstanbul’u seçmesindeki bir diğer önemli faktör de Türk dünyasının en zeki gençlerinin eğitim almak üzere İstanbul’u tercih etmesidir. İdil-Ural bölgesinde pek çok zeki ve kabiliyetli Tatar genci İstanbul’da eğitim almayı hedefliyordu. Bu noktada güçlü bir ticaret hayatının etkili olduğu İdil-Ural bölgesinin kendi tüccar sınıfını oluşturması da büyük öneme sahipti. Ticari alanda gittikçe güçlenen bu “Tatar burjuvazisi”, maddi açıdan kendi halkının zeki gençlerini finanse etmekteydi. Burada Tatar burjuvazisinin en önemli ailesi olan Remiyevler’i de anmak gerekir. Remiyev ailesi altın madenleri sahibi olan İdil Ural bölgesinin ileri gelen ailelerindendir. Sahip oldukları bu zenginliği ve maddi gücü eğitim öğretim ve matbuat faaliyetleri için cömertçe harcamaktan geri durmamışlardır. Remiyev Kardeşler’in büyüğü Muhammed Şakir Remiyev, kardeşi Muhammed Zakir Remiyev’i (Derdmend) İstanbul’a eğitim almak üzere göndermiştir. Ağabey Muhammed Şakir Remiyev kendisine mutlaka Osmanlı topraklarındaki matbaacılık usullerini öğrenmesi gerektiğini ve bir Tatar millî matbuatının kurulmasının zaruretini sıklıkla dile getirmiştir. Daha sonra Remiyev Kardeşler’in finansman desteğiyle Fatih Kerimî, Rızaeddin Fahreddin gibi önemli isimlerle birlikte çıkardıkları Vakit gazetesi ile Şûra dergisinin millî Tatar matbuatının, diğer bir ifadeyle Vakitli Tatar Matbuatının kurulup gelişmesinde çok büyük katkıları olmuştur (Çakmak, 2021, s. 1095).
Kerimî’nin İstanbul’daki eğitimi oldukça verimli geçmiştir. Bir taraftan devlet adamı yetiştiren dönemin en önemli okullarından Mekteb-i Mülkiye’de öğrenimini sürdürüyor diğer taraftan da bilgi ve görgüsünü arttırmak için İstanbul’un sanat ve fikir çevreleriyle yoğun münasebetler kuruyordu. Eğitim hayatının ilk yıllarında Arapça ve Farsça öğrenmiş ancak bununla yetinmeyerek Rusçasını geliştirerek Rus edebiyatını, gazetelerini ve dergilerini takip etmiştir. Ayrıca Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla Osmanlı topraklarında sosyal, siyasi ve kültürel alanda baş gösteren Fransız etkisiyle eğitim hayatında da etkili olan Fransızcasını en iyi şekilde geliştirmiştir. Osmanlı Türkçesini iyi derecede öğrenen Kerimî; Arapça, Farsça, Rusça ve Fransızcaya olan hâkimiyeti ile Türk dünyasının ilk çok dilli aydını olarak öne çıkmıştır. Ayrıca bu durum onun yazılarında ve makalelerinde de kendisini gösterecektir. Çünkü Arapça, Farsça ve Osmanlı Türkçesi ile Doğu dünyasındaki gelişmelere hâkim olan Kerimî, bir yandan da yoğun bir şekilde takip ettiği Rus ve Fransız matbuatının etkisiyle Batı dünyasındaki gelişmelere de yabancı kalmayacaktır.[3]
“Sultan Aşkı” Adlı Hikâye Hakkında Genel Bilgiler
Fatih Kerimî’nin “Sultan Aşkı” adlı hikâyesi, Müntehâbât-ı Kerimî[4] adlı eserin birinci cüzünde yer almaktadır. Söz konusu hikâye 1908 yılında, Orenburg’da yayımlanmıştır. Eser, 1899 yılında Fatih Kerimî’nin babası Gılman Kerimî’nin Orenburg’da satın aldığı matbaada basılmıştır. Tatarların ileri gelen tüccarlarından Gani Hüseyinov’un da ortakları arasında yer aldığı Kerimof, Hüseyinof Matbuat Şirketi tarafından neşredilmiştir. Söz konusu matbaa daha sonra Muhammed Şakir ve Muhammed Zakir Remiyev kardeşler tarafından satın alınarak teknik cihazlarla güçlendirilmiştir. Tatarlar arasında bu yayıncılık faaliyetleri Vakitli Tatar Matbuatının en güçlü adımlarını oluşturmuştur (Çakmak, 2021, s. 1093).[5]
Eser İncelemesi
Hikâyede pek çok köklü medeniyetin almak için defalarca kuşattığı fakat başarılı olamadığı İstanbul’u fethederek dünyada “Fatih” namıyla tanınan II. Mehmet dönemi konu edilmektedir. Sultan Mehmet hikâyenin başkahramanıdır. İstanbul’un fethi esnasında yaşananlar ve bu kuşatma sırasında Türklere esir düşen bir Rum kızı ile Sultan Mehmet arasındaki ilişkinin anlatıldığı hikâyede Sultan II. Mehmet yakışıklılığı, zekâsı ve gücüyle bilinmekte, iki yüzden fazla devletin hükümdarlığını sürdürmekte ve öfkesiyle âdeta dünyayı titretmektedir. Ancak Sultan’ın tek bir zayıf noktası vardır. O da aşk ve muhabbettir.[6]
Hikâyenin bir diğer başkahramanı, Sultan Mehmet’in büyük tutkuyla sevdiği Ayra isimli Rum kızıdır. Eserde ailesi, yaşadığı yer, yaşı gibi ayrıntılara yer verilmemektedir. Kuşatma esnasında yeniçeriler tarafından tutsak edilmesiyle hikâyeye dâhil olan Ayra, güzelliğiyle ön plana çıkmaktadır.
Yazar, “Sultan Aşkı” adlı kısa hacimli eserinde kendisinin usta bir hikâyeci olduğunu kanıtlar. Olay hikâyesi olarak nitelendirilebilen bu eser, yapı ve içerik bakımından çok başarılı bir eserdir. Hikâyenin giriş kısmında zaman ve mekân net olarak açıklanmış, eserin başkarakteri olan Sultan Mehmet güçlü ve zayıf yönleriyle ele alınmıştır.
Hikâyedeki kahramanlar yazarın kalemiyle akılda kalıcı bir üslupla tasvir edilmiş, bu yönden yazar kendisini usta bir betimleyici olarak da kanıtlamıştır. Özellikle başkarakter olan Sultan Mehmet’in tasvirinde, sanatçının ona olan hayranlığı da kendisini açık bir şekilde hissettirmektedir. Mesela onun hakkında “Birçok hükûmet ve krallıkları ile iki yüzden fazla, türlü şehirleri zapt etmiş olan Sultan II. Mehmet güzelliği, zekâsı ve bahadırlığı ile meşhurdur. Bütün Hristiyanlık dünyasını titretip diz çöktürdü… Tufan gibi kuvvetli Sultan Mehmet” vs. gibi ifadelerle adını tarihe altın harflerle yazdıran Sultan II. Mehmet, bir Tatar yazarın bakış açısıyla yansıtılmıştır. Aynı zamanda bu güçlü şahsa diz çöktüren Rum kızının güzel portresinin betimlemesini özenle dile getirmiştir: “Uzun ve kalın, konur renkli saçları iki örgü hâlinde; biri, ön tarafına, göğsüne doğru düşmüştü. Mavi gözlerinin görünüşü bütün gövdesini ihata edip, bu genç kıza öyle bir letafet ve güzellik vermiştir ki insan bunun yeryüzündeki sıradan insanlardan biri olduğuna inanmak istemezdi.” Bununla birlikte kızın gururlu ve namuslu biri olmasına vurgu yapılmış, bu sıfatlarıyla onun Sultan’ı kendine âşık ettiği öne sürülmüştür.
Eserin ana çatışmasını, kudret sahibi olan Sultan’ın kendi iç dünyasında aklıyla kalbi arasında kalması oluşturmaktadır. “Kendi güzelliğiyle insanları büyüleyip, gözlerini kamaştıran” İstanbul’un Fatih’i olmak mı yoksa “bir deniz ilahesi veya gök feriştesi” olan Rum kızının aşkına teslim olup sıradan bir insana dönüşmek mi? Yazar bu durumu Sultan’ın kendisine itiraf ettirir: “Senin için bütün memleketleri ve şevketimi bırakmaya ve hoş kokusu ile beni büyüleyen senin gibi latif bir çiçek için taç ve tahtımdan vazgeçerek sıradan bir insan olmaya razıyım.”
Böylece yazar, dünyaya diz çöktüren padişahların da zayıf tarafları olduğunu, aşkın Sultan da olsa insanlara neler yaptırabileceğini güzel bir aşk hikâyesi üzerinden göstermeyi başarmıştır. Aynı zamanda bir milletin ve devletin kaderini omuzlarında taşıyan sultanların nefsî hazlarına yenik düşmemeleri gerektiğini de ifade etmiştir. Tanrısal bakış açısıyla kaleme alınan hikâye, romantik duyguları kahramanlık düşünceleriyle içi içe tasvir etmesi bakımından da ilgi çekicidir.
Olay Örgüsü
1451 yılında henüz tahta çıkışının üçüncü seneidevriyesinde, 21 yaşında genç bir padişah olan Sultan Mehmet, İstanbul’u kuşatmıştır. İstanbul’u büyük bir gayret ve kararlılıkla fethetmeyi başararak “Fatih” ünvanını alan Sultan II. Mehmet tüm dünyada ve Hristiyan âleminde geniş bir yankı uyandırmıştır. Sultan Mehmet, yaklaşık 1000 yıl boyunca (MS 330-1453) Doğu Roma İmparatorluğu’na başkentlik yapan Bizans İmparatorluğu’nun ve onun imparatoru Konstantin Palaiologos’un payitahtı olan İstanbul şehrine hücum ederek şehri almış ve İstanbul’u bir Türk yurdu hâline getirmiştir.
Sultan Mehmet, Asya ve Avrupa’daki sayıları dört yüz bin kadar olan askerleriyle kuşatmaya çıktığı bir zamanda meydana gelen bir olay, askerin ve ordunun tüm şevkini ve gayretini kırmıştır. Bu olay, ordu içindeki muzafferiyet ümidini kırmakla kalmayıp başta padişaha bağlı ordunun göz bebeği olan yeniçeriler arasında huzursuzluğu arttıracak ve orduda bir ihtilal hazırlığına zemin hazırlayacaktır. Mayıs ayının bir günü Sultan Mehmet’in kendisine bağlı bir grup asker, muhasara altındaki İstanbul’dan kaçmaya çalışan bir Rum kızını yakalamışlar ve hapsetmişlerdi. Kızın var gücüyle askerlerin elinden kurtulmaya çalışmakta olduğunu gören padişah duruma müdahale ederek askerlerin bu Rum kızını bırakmalarını emretmişti.
Ayra isimli Rum kızı uzun örgülü, konur renkli saçları ve mavi gözleriyle dünyanın en güzel kızıydı. Bu güzellik karşısında büyülenen Sultan Mehmet onu görür görmez âşık olur. Ardından Sultan kızı alıp kendi çadırında misafir etmek ister. Ayrıca komutanlarına askerin çadırdan uzaklaşmalarını emreder. Sultan Mehmet, Ayra’ya olan aşkını kendisine ilan eder. Ancak Ayra, Sultan’ın aşkına karşılık vermez. Sultan, bu Rum kızı tarafından reddedilince oldukça öfkelenir. Asya ve Avrupa’da pek çok ülkeye hükmeden ve azametiyle tüm dünyaya nam salan Sultan’ın öfkeli bakışları karşısında daha fazla direnemeyerek ona karşılık vermek zorunda kalır.
Birbirine kavuşan iki âşık için zaman hızla geçmektedir. Ancak bu durum asker arasında huzursuzluğu gitgide arttırmaktadır. Çünkü askerin en önemli amacı vakit kaybetmeden İstanbul’u almaktır. Askerler arasındaki bağrışmalar ve mehteran sesleri Sultan’ın keyfini iyiden iyiye kaçırır. Bunun üzerine Sultan, derhâl vezirini çadırına çağırtır. Vezir Mustafa, halk arasında padişahın, tüm ahaliyi ve orduyu bu Rum kızına tercih ettiğine dair haberlerin yayıldığını belirtir. Sultan’ın çadırına kapandığından beri ordunun karşısına çıkmamasından dolayı ordunun moral ve şevkinin kırıldığını ve askerin kendisinden razı olmadığını belirtir. Vezir Mustafa, Sultan Mehmet’i uyararak bir an önce askerin karşısına çıkmasını ve bir kıza ordusunu tercih etmemesi gerektiğini söyler. Aksi hâlde ordunun ihtilale kalkışacağı uyarısında bulunur. Bunun üzerine Sultan uzun süre düşündükten sonra, askerlerin isteğini kabul eder. Sultan’ın bu kararı duyulunca askerler çok hızlı bir şekilde bu haberin yerine getirilmesini talep eder. Sultan bunun üzerine sevdiği kadını, Ayra’yı ordusunun karşısına çıkarır. Ona bir süre baktıktan sonra, kılıcıyla tek hamlede başını gövdesinden ayırır. Yürek burkan bu manzara karşısında Sultan, üzüntüsünden bir müddet donup kalır. Ardından ordusuna hücum emrini verir ve ertesi gün İstanbul fethedilir.
Dil ve Üslup İncelemesi
Kerimî’nin “Sultan Aşkı” adlı eseri kelime kadrosu açısından incelendiğinde yaklaşık 121 sözcük ile Tatar Türkçesine ait dil malzemesinin ağırlığı dikkat çekmektedir:
üz (2), silkĭtüv (2) bir gine (2), nerse (2), çolgap (2), kilüv (2), açuvlanuv (2), kimĭtüv (3), oçra- (4), alınuv (4), yak (4), birlen (4) , küç (4), irte (4), koyaş (4), miŋ (4), toktatdı (5), kürüv (5), yuka gına (5), külmek (5), yırtılgalap (5), muyun (5), kükrek (5), kiçkine (5), başmak (5), zeŋger (5), ast (5), cilke (5), yaş (5), kotkarmak (5), kayt- (6), tıŋlap (6), tavışların (6), tire (6), koral (6), borgı (6), çum- (6), tonuk gına (6), yaktırtgan (6), it- (6), barlıgın (6), küp (7), yalgış- (7), cıyul- (7), eyt- (7), kızıkdırgan (7), imüvçi (8), bala (8), kort (8), baylık (8), sikĭrip (8), orun (8), batırlık (8), kürsetgen (8), maŋgay (8), tilev (9), sanala (9), tiliym (9), ast (9), tüs (9), küçke gine (9), muna (9), yahşi (9), karap (9), is (9), işret- (9), kurkınıçlı (10), küterüp (10), tiz (10), üt- (10), kibik (10), tizrek (10), kıçkırış (11), tıŋlamayınça (11), bolay (11), yabıl- (11), kürĭn- (11), birli (11), tıŋıçlan- (12), agar- (12), kit- (12), uygan- (12), tarat- (12), tolkun (12), çit (12), ölgür- (13), yasa- (13), aldında (13), sugış (13), esen (13), tagın (13), uy (13), soŋ (13), uyla- (13), yiber- (13), sura- (13), tĭzĭl- (14), tizlĭkden (14), yitkürüv (14), yiŋgil (14), süy- (14), aŋa (14), ütĭr- (14), küz (15), sorav (15), kitĭr- (15), muna (15), akrun gına (15), kil- (15), birge (15), ul (15), moyın (15), kaygu (15), baytak (15), tikĭl- (15), yuku (16), şikĭllĭ (16), oyan- (16), gevde (16), turayt- (16), tap- (16).
“Sultan Aşkı” adlı hikâyede, Arapça ve Farsçaya ait yaklaşık 100 kelimelik bir dil malzemesi tespit edilmiştir. Yazarın Arapça ve Farsça kelime tercihi, onun Osmanlı kültür muhitine ne kadar yakın olduğunu göstermesi bakımından önemlidir:
hükûmet (2), ziyade (2) şehr (2), zabt (2), sultan (2), fevkalade (2), meşhur (2), hücum (3), muhasara (3), gayret (3), asker (2), şecaat (3), metânet (3), vakt (3), manzara (3), cem’ (3), vâkı’a (3), gürûh (4), ümid, (4), muzafferiyet (4), kainat (4), bahş (4), had (4), nihâyet (4), azâmet (4), dehşet (4), ihâta (5), letâfet (5), âdi (5), adam (5), cümle (5), ilâhe (5), ferişte (6), latif (6), mütelezziz (6), sükûnet (6), ziya (6), istirahat (6), zabt (6), unvan (6), cihan (6), hiss (6), dünya (7), nisbeten (7), heyhât (7), hiç (7), dürüst (7), magrûr (7), namûs (7), yemin (7), kuvvet (7), şevket (7), mal (7), servet (7), mecbûr (7), kıyâfet (7), nefsaniye (7), maksud (8), ibaret (8), esir (8), ihtimâl (8), cesaret (8), af (8), cariye (8), hayat (8), hakim (8), ceza (8), hararet (9), şevket (9), elbette (9), âciz (9), bende (9), memleket (9), razı (10), kahraman (10), bahtiyâr (10), zinhar (11), bedbaht (11), ihtilâl (12), isbât (12), lazım (12), suret (12), kat’i (12), ferman (12), hitaben (13), ganimet (13), cevap (13), beyan (13), kurban (13), saf (14), derhal (14), talep (14), melek (14), kirpik (15), biçâre (15), helâk (15), nesil (16), ahâlî (16), tehlîl (16).
Yazar, Rusça kökenli sadece 5 kelimeye yer vermiştir. Bunlar içerisinde de en çok tekrar eden Rusça lager’[7] “karargâh, ordugâh” kelimesidir: Yevropa (4), lager’ (10), baraban[8] (6), muzıka (6), zakon[9] (9)
Üslup bakımından Fatih Kerimî’nin eserlerine bakıldığında, bilhassa ilk edebî yazılarında geleneksel hikâye kalıbına sadık kalmanın yanı sıra içerik bakımından modern bir eğilim sergilediğini görmekteyiz. Kerimî izlediği bu yolla bir yandan halkın eski okuma alışkanlıklarına uygun bir yaklaşım sergilemiş diğer yandan topluma yeni ve modern fikirleri aktarma fırsatı bulmuştur. Onun eserlerinde hâkim olan unsur toplum yararını ön plana çıkarmak ve halkı bilinçlendirmektir (Gökçek, 1998, s. 79). Söz gelimi “Ondan Bundan”, “Şakirt ile Student”, “Mirza Kızı Fatıyma”, “Nuretdin Hoca” gibi eserlerindeki kadınların özgürlük problemi, sosyal hayattaki yeri ve geri kalmışlığı gibi sosyal temelli konulardan farklı olarak yazarın “Sultan Aşkı” adlı eserinde sosyolojik konulara hiç temas etmediğini görmekteyiz (Çakmak, 2018, s. 52). Yazar bu eserinde, insani bir duygu olan aşk temasını eserin merkezine almıştır. Fatih Kerimî’nin “toplum için sanat” anlayışının dışına çıktığı “Sultan Aşkı” adlı eseri, diğer edebî yazılarından farklı olarak kullandığı bireysel üslupla sanat anlayışı açısından bir ilk olma özelliği taşımaktadır.
Dil açısından ele alındığında yazarın eserinde Tatarca kelimelere yoğun bir şekilde yer vermesi, söz konusu hikâyeyi diğerlerinden ayırmaktadır. Edebiyat hayatının ilk yıllarında ağırlıklı olarak Gaspıralı’nın ortak dil idealine bağlı Arapça, Farsça ve sadeleştirilmiş Osmanlı Türkçesi kullanırken yazarın bu hikâyesinde Abdullah Tukay gibi dilde mahallileşme akımının tesirinde kaldığı görülmektedir (Çakmak, 2014, s. 15; Özkan, 1992, s. 30-31).
Morfololojik açıdan bakıldığında eserde Kazan-Tatar Türkçesine ait pek çok gramer yapısı kullanılmıştır: -GA datifi [kainat-ga (4), yak-ga (4), kız-ga (5)], -GAn partisipi [kavuş-kan (10), başla-gan (11), feda itgen (11)], -nI akkuzatifi [Yevropa-nı (4), cihan-nı (4), İstanbul-nı (6)], fiil çekimlerinde kullanılan Tatarca şahıs ekleri [kürinmiy sin (11), çıkmıy sın (11)] gibi çok sayıda Kıpçak Türkçesi hususiyete yer verilmiştir.
Bu açıdan söz konusu hikâye Kerimî’nin diğer eserlerinden farklı olarak Gaspıralı’nın “Dilde, fikirde, işte birlik!” fikrinin aksi yönünde, dil bakımından Tatar Türkçesinin gramer ve söz varlığı unsurlarını ön plana çıkarmasıyla dikkat çekmektedir.
Sonuç
Fatih Kerimî, 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın yazar, eğitimci, gazeteci ve siyasetçi yönüyle en önde gelen isimlerinin başında gelir. Kerimî, fikir adamı yönüyle toplumsal sorunları merkeze aldığı eserlerinde genellikle çözüm odaklı bir yaklaşım sergilemiştir. İçinde bulunduğu Tatar toplumu yüzyıllardır eskinin etkisinde kalmış, toplum düşünce tarzı açısından her türlü yenilik ve değişikliğe oldukça mesafeli davranmaya başlamıştı. Uygulanan eğitim metodu ise öğrencilere faydadan çok zarar veren, onların zamanını boşa harcayan işlevsiz kurumların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Her türlü yeniliğe karşı çıkışın bayraktarlığını yapan ve kadimci anlayışla yönetilen okulların farkında olan Kerimî, bilinçli bir aydın kimliğiyle toplumu uyarmayı, çözüm bekleyen ve yüzyıllardır âdeta kangren olmuş meselelerin üzerine eğilmeyi kendisine millî bir vazife bilmiştir.
Küçük yaşlarda başladığı öğrenim yıllarında medrese hocaları tarafından uygulanan öğretim metoduna protest bir yaklaşımla karşı çıkan Fatih Kerimî’nin ileride sahip olacağı fikrî yapı, yavaş yavaş şekillenmeye başlamıştı. Çevresindeki her şeye eleştirel bir gözle yaklaşan ve gelişmiş bir sorgulama yeteneği olan Kerimî, toplumsal sorunları da yüksek sesle eleştirmekten geri kalmamıştır. O nedenle ilk yazılarında toplumu ilgilendiren genel meseleler üzerinde duran Kerimî, sonraki yıllarda dile getirdiği problemli alanların özellikle eğitim merkezindeki usulicedit okulların yaygınlaşması, kız çocuklarının okullaşma oranının artması ve modern öğretim metodunun toplum içinde gittikçe güçlenmesiyle bu kez daha bireysel konulara eğilmeye başlamıştır.
Yazarın 1908 yılında yayımlanan “Sultan Aşkı” adlı hikâyesinde, adından anlaşılacağı üzere Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçlü ve etkili padişahlarından Sultan II. Mehmet ile İstanbul’un kuşatıldığı 1453 yılında, yeniçerilerin eline esir düşen Ayra isimli bir Rum kızı arasındaki ilişki anlatılarak insani bir duygu olan aşk teması öne çıkarılmıştır. Bu itibarla Fatih Kerimî’nin önceki eserlerinden “Mirza Kızı Fatıyma” örneğinde olduğu gibi yüzeysel olarak ele alınan aşk duygusu, “Sultan Aşkı” adlı eserde olay örgüsünün merkezine alınmıştır. Bu anlamda Fatih Kerimî’nin bu eseri “aşkın gücünü gösteren” ilk eseri olmasıyla ayrıca önem taşımaktadır.
Ek A “Sultan Aşkı” (1908) Türkiye Türkçesine Aktarma
Sultan Aşkı
Birçok hükûmet ve krallıkları ile iki yüzden fazla, türlü şehirleri zapt etmiş olan Sultan II. Mehmet güzelliği, zekâsı ve bahadırlığı ile meşhurdur. Bütün Hristiyanlık dünyasını titretip diz çöktürdüğü hâlde yalnız tek bir şeye gücü yetmiyordu. O da aşk ve sevdadır.
Sultan Mehmet hiçbir şeyden korkmuyordu. Her şeye gücü yeten padişah sadece aşk ve sevgi karşısında eli kolu bağlı hâlde çaresizce diz çöküyordu. Bununla beraber Sultan Mehmet fevkalade katı gönüllü olup öfkelendiği zaman öfkesinin sınırı olmuyordu.
Sultan Mehmet; 1451 senesinde, 21 yaşındayken tahta çıktı ve Türkiye’ye padişah oldu. Padişahlığının üçüncü yılında Bizans imparatoru Konstantin Palaiologos’un payitahtı olan İstanbul şehrine hücum ederek bu şehri kuşattı. Bu hücum ve kuşatma vaktinde gayretli Sultan Mehmet ve askerlerinde büyük bir yiğitlik ve dayanıklılık hâkimdi. Düşmanlar nazarında Müslüman askerinin her biri, birer Pol’yak[10] askeri kadar dehşetli görünmekteydi. Tufan gibi kuvvetli Sultan Mehmet’in askerine karşı çıkanların başı ya süngülere geçirilmekte ya da esir alınarak Türk ordugâhına götürülmekte idi.
Sultan Mehmet İstanbul’un fethi esnasında Asya ve Avrupa’da sayıları dört yüz bin kadar olan tüm askerini topladı. Dehşet ve azametiyle bilinen asker, İstanbul’u deniz boylarından kuşatıp aldığı hâlde Sultan Mehmet’in başına gelen bir olay, askerinin gayret ve metanetini kırdı, fetih ve muzafferiyet ümidini azalttı, İstanbul’un alınmasını geciktirdi.
Güzel bir mayıs gününde, sabah yeni doğmakta olan güneşin ışığı bütün kâinata hayat bahşedip şehirdeki kiliselerin kubbelerine, altın gibi sarı renkli ziyalarını saçtığı sırada Sultan Mehmed, kuşatma altındaki İstanbul şehrini bir baştan bir başa gezmekteydi. Sadece İstanbul’u değil bütün Avrupa’yı, bütün cihanı zapt edecek derecede güçlendi. Bu sırada bir grup yeniçeri askerine rastladı. Birkaç kişiden ibaret olan bu asker grubu, kuşatma altındaki İstanbul şehrinden kaçan bir Rum kızını yakalayıp hapsetmişlerdi. Yakalanan Rum kızı var gücüyle askerlerin elinden kurtulmak için büyük çaba sarf etmekteydi.
Bunu gören Sultan Mehmet, derhâl askerleri durdurdu ve esir kızı görür görmez ona âşık oldu. Kız, askerlerin elinden kurtulmak için çabalarken üstündeki incecik gömleği yırtıldı; bilekleri, boynu ve göğsü açıldı. Ayra’nın başında küçük bir başlık vardı. Mavi halhal takılı ayakları görünüyordu. Uzun ve kalın, konur renkli saçları iki örgü hâlinde biri ön tarafına, göğsüne doğru düşmüştü. Mavi gözlerinin görünüşü bütün gövdesini ihata edip bu genç kıza öyle bir letafet ve güzellik vermiştir ki insan bunun yeryüzündeki sıradan insanlardan biri olduğuna inanmak istemezdi. Belki kendi güzelliğiyle insanları büyüleyip, gözlerini kamaştırarak muhasara edilmiş İstanbul şehrini kurtarmak için bir deniz ilahesi veya gök feriştesi olduğunu zanneder.
Sultan Mehmet, “Ayra”yı (kızın adı Ayra idi) kendi çadırına alıp geri döndü. Sultan, avlakta Ayra’nın latif sesini işiterek mütelezziz olmak için çadır çevresine hiç kimsenin gelmemesini; asker, at, kılıç seslerinin rahat ve huzurunu bozmaması için emir verdi. Bunun için de bütün ordugâhta davul, borazan gibi müzik sesleri tamamen kesilip askerler arasında sükûnet hâkim oldu.
Sönük bir ateşin ışığıyla aydınlanan çadırın içinde, güzel Rum kızı yumuşak minderlere dayanıp istirahat etti. İstanbul’u zapt ettiğinden dolayı daha sonra “Fatih” ünvanını alan ve bütün cihanı zapt edecek gücü kendinde hisseden Sultan Mehmet, bu güzellik karşısında diz çökmüş hâlde:
– Ey latif çiçek, güzellikte dünyada senin eşin benzerin yoktur. Ben Asya, Avrupa ve Afrika’da pek çok güzel gördüm. Fakat senin karşında onların hiçbir hükmü yoktur, dedi.
Ayra:
– Ey mağrur Sultan, yanılıyorsun. Sözlerin doğru değil. Ben pek sıradan fakat namuslu bir kızım.
Sultan:
– Yemin ediyorum ki sen hiç şüphesiz dünyadaki hatunların en güzeli, en latifisin. Dünyadaki bütün güzellikler sende toplanmış. Senin bir bakışın insanı saadet denizine gark eder. Senin bir bakışın bütün kuvvet ve şevketimi, mal ve servetimi, galibiyet ve muzafferiyetlerimi, daha doğrusunu söylersek beni, halkımı unutmaya bile mecbur eder.
Ayra:
– Ey Sultan, yüreğini aç da doğrusunu söyle. Seni bana meylettiren şey benim güzelliğim ve kıyafetim değil, belki kendi nefsî hazlarındır. Çiçeklerden bal emen arılar gibi siz erkeklerin amacı yalnız bundan ibarettir. Senin sarayın her türlü milletten kızlarla dolu ve onlar hiç şüphesiz benden güzeldirler. Ey Sultan, onların yanına git. Unut beni. Benim gibi şöhreti, güzelliği ve zenginliği olmayan bir kızın aşkına esir olma. İhtimal ki sana bunları söylemeye şimdiye kadar hiç kimsenin cesareti olmamıştır. Fakat beni affet, ben söyledim.
Bu sözler üzerine Sultan öfkelendi. Yerinden sıçrayıp ayağa kalktı ve şöyle dedi:
– Doğru, şimdiye kadar hiçbir cariyenin benimle böyle konuşacak bir cesaret gösterdiği görülmemiştir. Sen ise benim için aslanın tırnaklarını geçirdiği bir sıçan yavrusu gibisin. Ben bu kadar çok milletin hâkimiyim, onların bütün hayatları benim elimdedir. Beni mutsuz etmenin ve alnımda en ufak bir çizgi oluşmasına sebep olmanın cezası ölümdür.
Benim isteğim herkes için mecburi bir kanundur. Ben istiyorum ki senin hararetli öpüşlerin altında gömülüp kalayım, ben bunu istiyorum!
Korkudan Ayra’nın rengi soldu. Sultanın ayaklarına kapanıp güçlükle işitilecek bir sesle şöyle dedi:
– Senin şevket ve kuvvetin karşısında elbette ben hiçbir şeye karşı koyamayan aciz bir köleyim. Yerdeki bir böcek gibi gör beni. İşte benim canım senin elindedir fakat şunu çok iyi bil ki senden istediğim tek bir şey var. Namusum, benim hayat kaynağımdır.
Ayra’nın üstündeki yeleğe bir müddet baktıktan sonra Sultan şöyle dedi:
– Senin için bütün memleketleri ve şevketimi bırakmaya ve hoş kokusu ile beni büyüleyen senin gibi latif bir çiçek için taç ve tahtımdan vazgeçerek sıradan bir insan olmaya razıyım. Ey Ayra reddetme beni, benim ol!
Karşısında duran ve bütün vücuduyla aşk ve muhabbet sıcaklığıyla dolu sultanın ürkütücü bakışlarını görmemek için Ayra gözlerini yumdu, sükût etti… Bu kadar güzel ve kahraman bir yiğide karşı koyabilmeyi hangi kadın başarabilir! Uzun kirpiklerini kaldırıp gözlerini açtığı anda Ayra kendini sultanın sımsıkı kolları arasında buldu.
Birbirlerine kavuşan bu bahtiyarlar için günler saat gibi çabuk geçiyordu. Lakin ordudaki askerler bu durumdan rahatsız olmaya başladılar. Çünkü onların en önemli amacı bir an evvel İstanbul’u almaktı. Eğer Sultan Mehmet, yedi gün geçtikten sonra çadırından çıkmazsa bu durumun ordu içindeki huzursuzluğu artıracağına şaşırmamak gerek. Bu durumdan rahatsız olan askerler arasındaki bağrışmalar, mehteran ve savaş aletlerinin sesi sultanın keyfini kaçırdı, öfkesini kabarttı. Bu nedenle derhâl çadırına vezirini çağırttı.
Vezir Mustafa, sultanın huzuruna çıkıp diz çökünce sultan: “Ey bedbaht, konuş. Zinhar benim emrimi dinlemeyip, ordu içinde böyle gürültü çıkarmaya cesaret edenler kimlerdir?”
Vezir Mustafa:
– Ey şevketli padişahım! Beni çadırınıza çağırtmanız çok iyi oldu. Eğer çağırtmasaydınız ben sizin huzurunuza çıkacaktım. Yedi gün oldu, askere görünmediniz. Çadırınızdan çıkmadınız. Halk arasında bir esir Rum kızı için sizin öz halkınızı, öz ordunuzu feda ettiğinize dair haberler yayıldı. Sizin çadırınıza kapanıp askerinize görünmediğiniz günden beri asker sizden razı değildir. Sizi Sultan Murat oğlu olarak görmemeye başladılar. Ordu içinde huzursuzluk artmakta, asker ihtilal etmekte. Ey Sultan Murat oğlu, uyan! Gözünü aç! Askere görün. Bir kız için onları feda etmeyeceğini askerlere ispat et. Orduyu sakinleştirmek lazımdır.
Vezirinden bu sözleri işitince sultanın beti benzi attı, daldığı zevküsefadan uyandı ve gözleri açıldı: “Hiç kimse isyana kalkışmaya cesaret etmesin, herkes benim emirlerime itaat etsin!” diye askerine kati surette ferman dağıttı. Sultanın bu fermanı doğrudan, fırtınalı deniz üstündeki dalgaların dehşetli hareketleri gibi derhâl ordunun bir ucundan diğer ucuna dağılıp hızlıca ulaştı. Lakin bu kez hiç kimse bu fermanı sevinçle karşılamadı ve bir kişi de “Padişahım çok yaşa!” diye bağırmadı. Vezir, askere hitaben “Sabaha karşı İstanbul’a hücum edip şehri Anadolu toprağı yapmayı, askerin önünde sefer etmeyi, şehri alınca da bütün mal ve mülkü size ganimet olarak vermeyi sultan sizlere vadetmiştir. Sakinleşiniz ve savaşa hazırlanınız!” dese de “Bizi böyle horluğa düşüren Rum kızının başı kesilmediği müddetçe sultanın hiçbir emrini dinleyecek değiliz. Çünkü onun esen olduğu vakitte böyle bir ruh hâlinin tekrar edip etmeyeceğinden emin olamayız.” sözleri asker arasında işitildi ve havada yankılandı.
Vezir Mustafa çadıra gelip askerin cevabını padişaha beyan edince Sultan derin düşüncelere daldı. Uzun süre düşündükten sonra Sultan, vezirini askerlerine göndererek “İstediğiniz kurbanı vermeye razıyım.” haberini yolladı. Sultan’ın bu kararı duyulunca askerler derhâl safa dizildiler ve çok hızlı bir şekilde bu haberin yerine getirilmesini talep ettiler.
Sultan, çadırından çıkıp ordu karargâhına gitti. Onun arkasında on iki kara cariye ve onların arkasında da melek gibi güzel ve latif Ayra güya ayaklarının uçları yere değmiyormuş gibi yürümekteydi. Askerin yanına ulaşınca Sultan, Ayra’nın yanına gitti. Ayra’nın yüzündeki ince perdeyi kaldırıp askere gösterdi: “Ey askerlerim, işte sizin karşınızda dünyanın en güzel hatunu durmakta, ben onu seviyorum, ona âşığım, onu gördükten sonra hâlâ onu öldürmemi istiyor musunuz?” dedi. Davul ve borazan sesleri arasında bütün askerler hep bir ağızdan “Evet, mutlak talep ediyoruz.” dediler.
Uzun kirpikleri arasından siyah ve dalgın gözleriyle kendisine bakıp duran Rum kızıyla Sultan Mehmet bir süre göz göze geldi ve eliyle belindeki kılıcının sapından tuttu. Bu anda bütün askerler nefes dahi almadan sükût etmekteydiler. Sultan “Bakınız, işte sizin dileğinizi yerine getiriyorum.” diyerek askerlere bağırdıktan sonra Ayra’ya dönüp sakin bir sesle “Ey biçarem, Sultan aşkı seni helak etti” dedi. “Ben avareyim sevgili sultanım.” dedi. Ayra’nın ellerini bağladı. Kılıcın havada çıkardığı sesin ardından sıçrayan kanla birlikte Ayra’nın o güzel başı boynundan koparak yuvarlanıp gitti.
Yürek dağlayan bu üzücü manzara karşısında Sultan’ın gözleri uzun süre dalıp gitti. Uykudan yeni uyanmış biri gibi birdenbire yerinden doğrulup “İşte, önünüzde İstanbul! Ben kendi neslimi onun ahalisinin kanında bulacağım.” dedi ve askerden bir avazdan “Allahu ekber!” kelimeitevhidi işitildi. Ertesi gün İstanbul fethedildi.
Muhammet Gıylman oğlu Fatih Kerimî
Orenburg-1908
Ek B Sultan Aşkı İç Kapak (Orenburg-1908)
Ek C Sultan Aşkı İlk Sayfa (Orenburg-1908)
Ek D Sultan Aşkı Arka Kapak (Orenburg-1908)
Kaynakça
Aḫuncanov, G. H., Maḫmutova, L. T., Möḫemmediyev, M. G., Sabirov, K. S., Ḫanbikova, Ş. C., Zilayeva, R. A., Abdraḫmanova, G. G., Abdullin, İ. A., Vahitova S. B., Ganiyev, L. R., Gazizova, F. M., Gaynanova L. R., Eḫmetyanov R. G. ve Mingulova, G. H. (C I 1977, C II 1979, C III 1981). Tatar tĭlĭnĭŋ aŋlatmalı süzlĭgĭ. Tatarstan Kitap Neşriyatı.
Çakmak, C. (2014). Fatih Kerimî’nin “Hıyal mı? Hakıykat mi?” ve “Andan bundan” eserleri üzerinde dil ve üslup incelemesi (Tez No. 376393) [Doktora tezi, Gazi Üniversitesi]. Yükseköğretim Kurulu Ulusal Tez Merkezi.
Çakmak, C. (2018). Fatih Kerimî’nin “Mirza kızı Fatıyma”, “Şakirt ile student” ve “Nuretdin hoca” hikâyelerinde ele alınan sosyal temalar. Gazi Türkiyat, 22, 39-54.
Çakmak, C. (2020, 20-23 Ekim). Vakitli Tatar Matbuatının en önemli ismi Muhammed Zakir Remiyev (1859-1921). VII. Uluslararası Türk Dünyası Araştırmaları Sempozyumu, Bakü, Azerbaycan.
Çakmak, C. (2021). Tatar modernleşmesinde Muhammed Zakir Remiyev ile Fatih Kerimî’nin rolü. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 31(2), 1091-1097.
Çakmak, C. (2022). Fatih Kerimî’nin “Tilsiz hatun” adlı hikâyesi üzerine”. Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, 54, 219-240.
Devlet, N. (1999). Rusya Türklerinin millî mücadele tarihi (1905-1917). Türk Tarih Kurumu.
Gökçek, F. (1998). Tatar edibi Fatih Kerimî ve “İstanbul mektupları” adlı eseri. Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, 5, 77-86.
Hisamov, N. (1989). Derdmend (Hayatı ve faaliyeti hakkında bir deneme). Kazan Utları, 12, 165-175.
Kerimî, F. (1908). Sultan aşkı. Müntehabât-ı Kerimi, I. Cüz, Kerimof, Hüseyinof Matbuat Şirketi.
Kerimî, F. (2016). Mirza kızı Fatıyma seçme eserler (C. Çakmak, Çev.). Gece Kitaplığı Yayınları.
Özkan, F. (1992). Abdullah Tukay’ın halk edebiyatı ile ilgili görüş ve düşünceleri. Milli Folklor, 16, 30-31.
Özkan, F. (2006). Fatih Kerimî’nin Türk kadınına bakışı. Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 20, 101-108.
Russko-Turetskiy Slovar (1996). Multilingual Yayınları.
Şeref, Z. (2000). Fatıyḫ Kerimî şeḫĭslerĭbĭz. (Fenni-Biografik Cıyıntık). Ruḫiyat Neşriyatı, 74-111.
Yüziyev, N. G., Abdullin Y. T. ve Abidov, Ş. Ş. (1985). Tatar edebiyatı tarihi (C 2). Tatarstan Kitap Neşriyatı.